17 Kasım 2016 Perşembe

5 Haziran 2013 Çarşamba

Aslında laf kalabalığı, bugün Miraç Kandili, git iki dua oku bence daha faydalı olur.

Uzun uzadıya tartışmak,fazla laf kalabalığı, insanı sonunda hep yanıltır. Yine öyle de oldu sanki genel duruma göz atınca.

Ne kadar çok konuşursan o kadar çok yanılırsın derler ya, ha işte ondan.

İnsanlar gerçek yüzlerini çok tuhaf zamanlarda gösterirlermiş, mesela en sıkı sıkıya sarılmamız gereken zamanda.

-Duuur, sen benden farklısın, sen şucusun, sen bucusuuunn!!!
-Ama ben senin gibi düşünüyorum, bence de onlar tükaka.
-Aaaa, öyle mi, ay sen ne sevimli şeysin, seni daha bir sevdim yaa, gel gel yanımıza gel. Heeeeyyy ahali bakıııınn, o buculardan ama bize destek oluyor gördünüz müüüü? Herkes görsün, hemen RT edin bunu! İşte biz herkese hitap ediyoruuuzzz.
-Ama hepiniz haklı değilsiniz, bu yaptığınızın bir kısmı doğru bir kısmı yanlış.
-Neeeee?? Senin beynin yok mu, koyun musun sen? Ama bak bize bunlar bunlar yapıldı. Hala savunuyor musun bir de?
-Hayır savunmuyorum gerçekten, ama bu şekilde olmamalı, her yaptığınız doğru değil demiyorum, bazı yanlışlar var diyorum, kimin olursa olsun eleştirilmeli diyorum. Kim olursa olsun, suçlular cezalarını bulsun istiyorum.
-Tamam işte biz de suçluların cezasını bulmasını istiyoruz.
-Ama ben sizden suçlu olanların da cezalarını bulmasını istiyorum.
-Hala bize şuçlu mu diyorsun sen? Biz neler yapıyoruz bu halk için, bak ne eziyetler çekiyoruz, nankör!
-Ya ben bu kadar eziyeti çekin istemiyorum ki, amaaa eziyet edin de istemiyorum. Yakılıp yıkılan bankalar, dersaneler, ölen gencecik çocuk, edilen küfürler, hakaretler, yaralanan onca insan, kırıp dökülen onca iş yeri ne olacak, bu kadar kin, öfke, şiddet niye?
-Ama polis bana bunu bunu yaptı.
-Evet doğru, cezasını adalet karşısında vermeli, emri veren de emri yerine getiren de. Ama senin şuanda ondan ne farkın var?
-Sus şucu zihniyeti! Farkım ben özgürlüğüm için savaşıyorum.
-Kendi polisine karşı mı? PKK da kendi polisine karşı savaştı, ne için, e o da özgürlüğü için, ama biz ona terörist diyoruz.
-Bir de bize terörist mi diyorsun sen, biiiiiiipp!
-Hayır, demiyorum, sinirlenme, küfretme hemen! Senin iyi niyetini ve samimiyetini, Başbakanın bazı konularda ders alması gerektiğini, şişen egosunun farkına varması gerektiğini ben de savunuyorum. Ama ben biraz düşün istiyorum ya, biraz aklet istiyorum. Anlamaya çalış, senden farklı düşüneni de anlamaya çalış diyorum.
-Seni anlamıyor muyuz?
-Hayır, anlamıyorsunuz. Tutturmuşun bir hükümet istifa. Hem hükümet istifa etse nolucak, afedersin de ortada mal gibi kalmayacak mıyız? Mesele istifa etmesi değil, mesele derdimizi anlaması, yanlışını farketmesi değil midir? Hükümeti biz ya darbeyle deviririz, ya seçimle. Sen bu kadar yıkıp dökmeseydin, ne şehrimi ne de duygularımı, benim gözümde bir kahraman olucaktın, ben örnek alıcaktım, etkilenecektim. Gururlanacaktım.
-Ama hala samimi olan insan çoğunluğu fazla.
-Ama bir o kadar da kötü niyetlisi.
-Kötü niyetlisi derken?
-Yalnızca provakatörü değil. Yıllarca bizi bir gıdım desteklememiş olan dış basının aferin, diren gençlik, savaş gençlik, dayan gençlik, indir gençlik diye bağırırken arkandan nasıl güldüklerini gör istiyorum. Beni de anla istiyorum. İçinizde benim düşüncemi savumayı bırak, beni görmeye tahammül edemeyenlerin olduğunu gör istiyorum. Sırtımı dayamaktan niye çekindiğimi gör istiyorum. Beni ilk önce nasıl dışladıklarını, sonra aaa bakın aramızda bunlar da var diye insanları çekmek adına beni yanlarına aldıklarını ve güç ellerine geçince de yüzüme bakmadıklarını gör istiyorum. Bu insanlar aranızda tonla varken ben nasıl olur da size güvenip sizle hareket ederim?

Ki bu insanlar bizim fikirlerimize saygı duyulmuyor diye çıktılar yola. E ben senin gibi düşünmediğime dair bir ifadede bulununca niye sen saygı duyamayıp da pusuda bekler gibi atlıyorsun ordan? Sen bu kadar tahammül edemezken, ben nasıl inanayım senin samimiyetine.

Yıllarca duydum şu lafı, güya beni anladığını iddia edenlerin dillerinden düşürmediği, benim babannem de kapalıydı, bak 3. kuşaktan bilmem nem de kapalı, ama.... diye devam eden sözde beni anlayan cümlelerden o kadar sıkıldım ki.

Sen zannediyor musun ki, herkes senin gibi. Benim kimliğimin, varlığımın parçası olan başörtüsü nelere alet edildi haberin var mı? Var deme, içinde olmadan ne kadarını bilebilirsin?

Sen dersin ki şimdi konumuz bu değil. Doğrudur belki ama şu ülkede ne olsa, bir kenardan başörtü meselesi hortluyor. Yani bu kadar kin nefret niye, ben ne yaptım ki? Neyime tahammül edemiyorlar?

Anladın mı şimdi,baskı ne demek, özgürlüğün kısıtlanması ne demek ben iyi bilirim. Aslında seni en iyi ben anlarım. Ama sen beni gerçekten kucaklamadıkça, farklı fikirlerimle veya farklı görüşlerimle, görünüşümle kucaklamadıkça, benim özgürlüğümü de savunmadıkça veya dikkate almadıkça, sana nasıl yardımcı olabilirim ki?

Sen diyorsun ki o öyle değil, e femin yakılması ki içinde öğrencilerle, körfezin cam çerçevesinin indirilmesi, bank asyanın talan edilmesi ne demek? Dindar olana duyulan nefret değildir de nedir?

Sana tam haklısın, yürü be kardeşim diyecekken, sen neden beni yerle bir eden bir yorum yaparsın ya da bir eylemde bulunursun ki? O Tayyip'e oy verenleri bilmem napim. Nedir bu? Evet evet, bunu diyen benim samimiyetine inandığım, sırf o gibi arkadaşlarım var diye samimi olduğuna hakikaten inanıp direnişe destek verdiğim insan.

E ben de verdim ona oy. Nolucak şimdi. Bana da mı geldi o küfür. Yazık değil mi arkadaşlığımıza. Halk getirdi bu partiyi, evelallah göndermesini de bilir de biz yine senle başbaşa kalıcaz herkes gidince.

Yazık değil mi arkadaşlığımıza. Yazık değil mi sorarım sana. Ben salak değilim. Kömür felan almadım ki artık kömür de kalmadı hani. Doğal gaz çoğu ev. Her neyse, ben eczacılıkta okuyan, gayet bilinçli olmaya çalışan, Elhadülillah, oldukça da sosyal bir üniversite öğrencisiyim. Senin de yıllardır tanıdığın, benden sana zarar gelmeyeceğini bildiğin, senin sıkıntılarınla dertlenen, seni hakkaten seven ve farklı düşündüğünü bile bile olduğun gibi kabul eden arkadaşınım. Ve biz bu şekilde küfür yiyen hakarete uğrayan milyonlar arkadaşız. Bir sürüyüz.

Bana niye küfrediyorsun, ben de senin şimdi mücadelesini verdiğin özgürlük kısıtlamalarıma dur demek için verdim ona oyu. Aynı sebepten.

E şimdi sen bana küfredersen seni savunamam ki ben, ihanete uğramış hissetmez miyim. Hadi uzaktaki insan tamam dokunmuyor da, sen benim yakınımsın ya, dost bildiğimsin.

Ayıp değil mi yaptığın, ben sana bir şey olmasın diye ödüm patlarken.

Bana duygusal deme, eylem de insanların duygusal bir tepkisidir çünkü. Herkes herşey bittiğinde biz başbaşa kalıcaz. Ayıp etme nolur.

Bizi birbirimize düşüren başta Başbakan olmak üzere, tüm provakatörlere, onların içlerinde olduğunu bile bile hala direnişi destekleyenlere, iyi niyetli olsa bile kötü oyunlara veya içindeki kin ve nefrete bile bile alet olup alet olduğunu da bildiği halde göz yumanlara, tüm herşeye yalnızca ve yalnızca inatla kendi tarafından bakanlara, samimi direnişçileri hiçe sayıp herkesi aynı kefeye koyanlara, kişisel egolarının kişiliğinin, insanlığının, ahlakın önüne geçmesine izin veren tüm polis, idareci veya eylemcilere hakkımı helal etmiyorum!

Allah'tan akıl fikir ve adalet duygusu temenni ediyorum.
Direniş yalnızca eylemle olmaz, duayla da taçlandırmadıkça o direniş yarımdır. Çünkü tüm olasılıklara hakim olamayacağımıza göre eksikliklerimizi tamamlanması için ve enaniyetimizin, kişisel çıkarlarımızın altında ezilmemesi adına sürekli insanın kendiyle ve Allah'la muhasebe halinde olması gerekmektedir. Hele ki böyle halkı ilgilendiren konularda, çünkü en ufak bir hata tüm samimi ve masum insanların hakkına girmek demektir. En azından Allah, yanlışsak bile yanlışlığımızı farkedecek sağduyuyu verir, eğer ona hakkyıla dayanmasını bilirsek.

Şaşırdın dimi, Allah Allah ya, ben Tayyipçi de değilim direnişçi de. Nasıl olucak şimdi, küfür mü yemeliyim, destek mi görmeliyim. Bir arkadaş yazmıştı çok da hoşuma gitmişti, onun cümlesi yerinde olur şimdi, "linç edilsem yeridir" dimi..

İlgilenenlere; Miraç kandilimiz mübarek olsun. Hey samimi olanlar (her iki kesimden de) bana da dua edin bugün, Allah bana da akıl fikir versin. Amin.

5 Mart 2013 Salı

Endonezya için kaldığımız yerden devam. Bölüm 3

Eveett.. Nerede kalmıştık? Sanırım kalacağım yere gelmiştim en son. Geçen karar verdim, hızlı çok hızlı yazmalı anıları. Çünkü o kadar çabuk kayboluyor ki hafızamdan. Yerine yenileri geldikçe eskiler silikleşiyor. Unutmaktan korktuklarımızı çok net hatırlamak için üstünden bolca geçip, derinleştirmeli hafızalardaki izlerini. O zaman sırada bekleyen kelimelerimi, teker teker hepsi ölmeden dökeyim kağıtlara, değil mi?

Nihayet otuz gün kalacağım yere geldim. Her yer yemyeşil. Öyle ki doğal yapı bozulmadan evleri aralara serpiştirmişler gibi. Tropik iklime has kocaman kocaman bitkiler. Asya'ya özgü küçük küçük insanlar. Tahmin ettiğimiz kadar da minnacık değiller. Genel olarak erkeklerin çoğu benden gayet uzun çok az bir kısmı benimle aynı boylardaydı. Kendim çok uzun olmadığımdan öyle düşünmüş olabileceğime dair kanılarım da var tabi. :)

İlk başta o kadar zor ki cümle kurmak. İngilizce tam bir baş belası. Tek kelimeyle veya üç beş kelimeyi toparlamaya çalışıp tuhaf hareketlerle derdimi anlatmaya çalışmak oldukça yorucu. Dilsiz insanların empatisi var üzerimde, düşünmek, anlamak ve anlatamamak... Elhamdülillah konuşabiliyorum deyip rahatlatmaya çalışıyorum kendimi.

Yan odalarımda kalan diğer exchange arkadaşar. Onlar da Almanya'nın
bağrından kopup gelmişler :) Tanıştırıyım, İsabella ve Svenja.
He resmi koyma nedenim de odamın az buçuk nasıl birşeye benzediğini
göstermek. :) Sol kapı tuvalet banyo :)
Eşyalarımı yerleştirmeye bile mecalim yok. Bir ay boyunca kalacağım bu yerin adı Kost. Kost, bir nevi bizdeki apart misali, öğrencilerin daire daire kalıp mutfak, dinlenme odası, kimi zaman tuvalet ve banyoyu ortak kullandıkları bir mekan. Çoğu yerde erkek ve kız kostu ayrı oluyor. Ama ne akla hizmettir ki, mailde de müslüman mısın diye sorup teyit ettikten sonra beni karma kosta yerleştiriyorlar Endonez arkadaşlar. Allah'tan tuvalet ve banyom odamın içinde. Tek sıkıntı Ramazan'ın ortasında olduğumuz için sahurda mutfağı kullanmak için sürekli tebdili kıyafetle dışarı çıkmak zorunda oluşum.Gerçi daha sonra bu durumun beni çok da rahatsız etmediğini farkediyorum, herkes birbirine gayet saygılı. Ve zaten kostun büyük çoğunluğu lise öğrencisi.

Bu kadar ucuz bir ülkede kaldığım yere öyle bi fiyat ödüyorum ki, sonradan bir vesileyle tanışacağım farklı bir kostta kalan Türk arkadaşın anlattığına göre ben aynı parayla 5-6 aylık kiralayabilirmişim.
Saolsunlar Endonez arkadaşlar biraz Avrupa'dan geliyoran seni inanılmaz zengin sanabiliyorlar. Ben öğrenciyim abi'nin işe yaramadığı ülke... Çünkü halk ya çok zengin ya çok fakir. Öğrencilerin çoğunun altında cipleri var. En çok taşıtlardan farkediyorsunuz zatenbu durumu. Ya inanılmaz eski ve demode, döküldü dükülecek bir toplu taşıma aracını kullanmak zorundasınız, ya motosiklet, ya taksi ya da cip. Ara boy, hani bizim normal gelirli aile dediğimiz grubun kullandığı cinsten araba yok sokaklarda.

İşte Angkot! Burada bebişten midir nedir fiyakalı durmuş he :P :) :)
Konusu açılmışken, angkotlardan bahsetmeden geçmek saygısızlık olur. Angkot! Arkaya karşılıklı 5-7, öne de 2 kişinin sıkış tıkış oturabileceği şekilde tasarlanmış, arkada olduğunda angkot doluysa karşılıklı oturduğun adamla dizlerinin birbirine geçtiği, eğer öndeysen yan tarafında oturanın ya üstüne çıktığın ya da altında kaldığın, neredeyse yerle bir oplu taşıma araçları! Sadece onlar var kullanabileceğin. Durak yok, otobüsün gelme sıklığı diye bir şey yok, kapı yok, ölesiye basit ve eski araçlar. Basitliğinin hakkını vercek kadar da ucuz! 10 dk.lık yola yirmi kuruş ödüyordum ben, indi bindi yani minibüs diliyle ifade edersek. Ve hergün kullanacağım şeyin bu olduğunu öğrendiğimde, hiç üzülmedim, kabullendim. Çünkü her angkota yanlız bindiğimde yaşadığım heyecan ve ineceğim yerde durdurmak istediğimde ne diyeceğim diye düşünmekten konforu düşünecek pek zaman bulamadım.
Sonuçta inanılmaz ucuzdu! :) Ve hepi topu 10 dk sürüyor sürmüyordu üniversitem. En güzeli de neredeyse hiç trafiğe ve kalabalığa denk gelmedim.

Genelde bu tarz şeyler insana kendi ülkesinde denk gelir, Murphy belki böyle birşeyler de demiştir. Çünkü iş çıkışı ve işe gidiş saati diye bir şey var bizde. Üstelik her birimiz bu saatlere vakıf olmamıza rağmen hep denk geliriz ne hikmetse. En dolu metrobüs, tramway, otobüs, her ne ise, hep bizim bineceğimizdir.

Şöyle bir durumu da es geçmemek lazım. Ben Rabbim'in rametini sürekli ensemde hissettim, öyle ki, hayatımda hiç gitmediği kadar her şey yolunda gitti. Duamız olduğunda ne kadar ehemmiyetli olduğumuzu ben orada daha iyi anladım. Prenses gibiydim, hiçbir şekilde hazır olmayışım, tek başıma o kadar uzakta oluşum ve hiçbir şey bilmeyişime rağmen, herşeyim o kadar yolunda gitti ki. Şükürler olsun.

Kosta yerleştim. Hevesle bilgisayarımı açtım, çünkü ben vardım demem lazım değil mi? Hani 2 saatlik yol için bile varınca haber et derler ya kaç saat olmuştu, hesaplayacak mecalim yoktu ama haber vermem gerekti. Wirelessın olmadığını duyup da üzülmeye kalmadan odamdaki kabloyu farkettim ve daha ona sevinemeden internet kablomun problemli olduğunu öğrendim.

Böylece bir hafta sürecek internetsiz günlerim başlar. Aslında o kadar uykusuzluktan sonra beynimin bir kısmının uyuşmuş olabileceğindendir belki, hiç birşeye üzülmüyorum, ben de şoktayım. Aileme durumumu ifade eden mesajı attıktan sonra acıkma hissi artık beni terketmiş olmasına rağmen ayakta kalabilmek adına bir şeyler yemem gerektiğine karar veriyorum ki oruçlu olduğum aklıma geliyor.

Anita "Are you fasting?" diyor, aslında soru açık ve net. Ama bende pratik ingilizce de yok, o an onu translate edecek beyin de. Anlayamadığımı farkedince aç mısın diye soruyor. Çok şükür anlıyorum ve bir şekilde ezanı beklediğimi ifade ediyorum. Dışarı çıkaracakmış yemeğe de benim daha yürüyecek mecalim var mı, hiç sormuyor. Allah'tan anamın annelik iç güdüsüyle orada yersin diye yanıma koydukları bir hafta rahat iftarımı da sahurumu da götürür. Sahurları o şekilde yapıyorum da iftarları dışarda yapmaya kararlıyım, bu kararımı da hiç sekmeden uyguluyorum. :) "Onları Türkiye'de de yersin, sen yeni tatlara bak" iç güdümümle denemediğim tat kalmıyor Endoneya'da. Bunu hayatta yiyemezsin dediklerini bile bir çırpıda götürüyorum. Sindirim sistemim bakıyor ki başa çıkamayacak, bir süre kendini tatile alıyor muhtemelen. İlk 3 4 gün direniyor, anlıyor ben uslanmıyorum, geleni gönderiyor direk bence hiç işleme almıyor artık. :)

İlk akşam aradaşlarla yemiyorum yemeği. Odada atıştırıyorum, aldıklarımı yiyorum. A bir de o var. Ben odama daha yerleşmeden etrafı tanıyalım, görelim, ben dışımda exchange öğrencisi olan diğer 2 Alman'la da kaynaşıyım diye bizi ufak bir geziye çıkarıyorlar. Hem de oranın ünlü bir marketine eksiklerimiz için alışverişe götürüyorlar.

İşte rambutan da budur :) Saçlarından çeke çeke kırıp
içindeki yumuşacık leziz şeyi yiyorsunuz. :)
İlk aldığım şeyler elbette ki pratik temizlik malzemeleri. Ardından rambutan diye bir meyve alıyorum. Bildiğin saçlı sakallı bir meyve.
Sanırım bahsetmiştim, hiç de tanıdığım meyve yemeye niyetim yok. Ya da yiyecek herhangi bir şey. Farklı tatlara açık olma sendromu var bende fena halde.

Sanırım arada kaynamış, götürdükleri marketin adı "riau junction", ben onu uzun bir süre "real junction" diye algılıyorum. Öyle soruyorum tarif ettiriyorum da asıl adını gezimin yarısına doğru öğreniyorum. Bundan sonra benim mekan orası zaten. Tüm market alışverişlerimi neredeyse burada yapıyorum. Neredeyse diyorum çünkü bir süre sonra orası bana yetmiyor. Gitmeye yakın Bandung'un tüm işlek yerleri benden sorulur oluyor. :)

İkinci gün ben fena halde jat-lag olduğumu farketmiyorum. Vücuduma sorsan gecenin 4ü, ama Endonezya benim saat dilimlerimi kabul etmiyor ki. Saat olmuş 9, güm güm güm kapım çalınıyor. Zavallılar yarım saattir beni uyandırmaya çalışıyorlarmış. Ama el insaf diyorum, önceki gün 48 saat civarı uyanık kalmak bünyemi fena halde sarstı. Sahura bile uyanamamışım.
Bizi fakülteye götürecek arkadaş gelmiş, kızlar stajı orada yapacakları için hastaneye geçeceklermiş, beni de danışmanımla tanıştıracaklarmış. Daha doğrusu tanıştıracakmış.
Gelen kişi Novian isimli eczacılık öğrencisi. Herife fena halde sinirliyim. Çünkü gelmeden önceki e-mailleşme sırasında günler sonra gönderilen cevaplarla benim ıçak biletimi neredeyse alamayacak olmama sebep olmak üzereydi bu çocuk. Allah'tan daha sonra ben Türk'üm, halısız odada oturamam diye çingenelik yapınca bana halısını, internetim niye yok diye diretince de mobil modemini ödünç verip kendini affettirdi kerata:)

Çok garip zamanlardı. Hani bazen öyle zamanlar yaşarsınız, hayatınızın akışındaki bir kesit olmasına rağmen yapıştırma gibi durur. Hiç olmamış gibi hayal meyal... Gerçek yaşam değilmiş gibi. Burası gerçek orası hayalmiş gibi. 45 gün yaşanmış da yaşanmamış gibi. Resimlerim de olmasa, arkadaşlarım aramasa ben kendim inanmayacağım başkalarını geçtim. :) O zaman Sn. Tevetoğlundan gelsin size...

http://fizy.com/s/1c96o2

Selam ile..
Bitti mi? 45 gün diyorum 45! :)


30 Ekim 2012 Salı

Endonezya maceramda bölüm 2

Eğer gideceğiniz yer hakkında bir fikriniz yoksa, yolculuk aylar haftalar sürüyormuş gibi gelir, vardığınızdaysa sanki göz açıp kapamışsınız da orada belirivermişsiniz gibidir, aslında sadece bir kaç saattir. Herhangi bir arabaya bindikten sonra en fazla 15 dk uyanık kalabilen ben, bir dakika uyuyamıyorum. Heyecanım içimden taşıp taşıp duruyor. Çaktırmıyorum güya, ben yıllardır burdayım havası vermeye çalışıyorum beyaz tenim ve yuvarlak gözlerimle, esmer tenli ve çekik gözlü insanlara. Üstelik de kocaman valizlerim ve "am,is,are"lı cümlelerimle.

Demişlerdi ki Endonezya sıcak. Eyvallah. Ona göre yazlık kıyafetlerimle geliyorum zaten. Güneş gözlüğüm kafamda, artistim. Uçaktan inip hava alanından çıkana kadar diyorum ki neresi sıcak, dalga mı geçiyorlar benimle. Meğer her şey klimanın bana bir oyunuymuş. Kapıdan dışarı adım atmamla yüzümü bir sauna sıcaklığında hava yalıyarak geçiyor. Resmen yavaş yavaş buharlaşıyorum. Isınıp sıvılaştıkça yavaştan bir gülümseme yerleşiyor yüzüme. Endonez insanının dertsiz tasasız ve her daim sakin ve neşeli halinin sırrını o anda çözüyorum.

Travelın içinde olduğu gibi 3 kişilik koltuk benim ama hareket etmek mümkün değil. (Bu arada travela 105000 rupiah ödüyorum yani yaklaşık eşit 20 tl. Bizim paramıza ulaşmak için 5000e bölmek yeterli.) Çünkü klima nedense yalnızca bir yeri soğutuyor, öyle ki ayağım azıcık dışarı çıksa yanıyor, hemen klimanın üflediği yere tünüyorum. 26 saattir uykuzum ve üstelik yolculuk yapmaktayım. Bayıldım bayılacağım. Heyecan dolayısıyla uyumaksa mümkün değil. Tam bir işkence. Etrafı incelemeye başlıyorum ben de. Kocaman uzun uzun binalar, kaldırımsız geniş ama trafiğin eksik olmadığı yollar. Daha sonra öğreniyorum ki Jakarta'da kaldırım normal şehir içi yollarda bile yokmuş. Bandung daha insaflı çıktığı için şükrediyorum, dar da olsa kaldırıma benzer bir şeyler var
İşte becaklar ! :)

yol kenarlarında. Ama bunun çok normal olduğunu daha sonra öğreniyorum. Çünkü benzin inanılmaz ucuz olduğu için yarım saatlik yol, en lüks taksiyle bile max 25000 Rp. (5küsür lira) tutuyor. Halkın büyük çoğunluğu, büyük küçük demeden motorsiklet kullanıyor burada. Öyle olunca dolayısıyla bana da 3 defa binmek nasip oldu. Endonezya'ya geldiyseniz, motorlardan kaçışınız yok. Çünkü sürekli trafik olan yollarda trafik dinlemeden inanılmaz kısa sürede gideceğiniz yere götüren tek taşıt bu. Üstelik motosiklet taksiler de var. Süren amcanın arkasına binip gidiyorsunuz. Bu toplu taşıma araçlarına "oceg" (ya da ocek de olabilir, onu tam hatırlayamadım şimdi.) diyorlar.
Bir de "becak"lar var ki, onlar en eğlenceli toplu taşıma araçları bence. 3 tekerlekli bir bisikletin önüne yerleştirilmiş, max iki kişinin oturabileceği şekilde yapılmış bir düzenekle toplu taşıma aracı oluşturulmuş. En ucuz ve en havadar yolculuğu bunlarla yapmak pek mümkün. :)

Evet en sonunda varıyorum Bandung'a. Bilmediğim bir yerde (Daha sonra bizim Giant marketin önü olduğunu öğrendiğim:P) iniyorum. Daha yüz yüze tanışmadığım arkadaşım Anita beni almaya geliyor. Ve taksi tutup kalacağım yere gidiyoruz. İnanılaz yorgunum.

Nadiren de olsa, yalnızlık insana iyi gelir, ama öyle böyle değil, bir kaç saatlik değil, 13 14 saatlik uzaklık kadar, 2 okyanusluk mesafe kadar, tek kelime kendi dilini konuşamamak kadar, dolu dolu bir bardak yalnızlık. Bir hafta kadar bir bardak suyla yuttuğum yalnızlık kadar iyi gelen, iyi geldiği kadar da yan etkisi olan bir ilaca daha rastlamadım, yani en azından benim kullandıklarım arasında yoktu. Eczacılık hayatımda karşılaşırım belki de bir gün...

Daha yazarım ben o net de :)

29 Ekim 2012 Pazartesi

Endonezya'da bir soluklandım, geldim. Bölüm 1

Ya da Endonezya'lı, Singapur'lu, Malezya'lı bir rüya görüp uyandım da denebilir. Dediler ki yol uzun. Diyor insan, en fazla ne kadar olabilir ki. Dedikleri kadar varmış. Aktarmayla 13 saat süreceğini öğrendiğimde durumun ciddiyetini anlamıştım ama iş işten geçmişti. Uzun yol otobüsü için bile uzun. Tahmin ettiğim gibi olmadı, çünkü hiçbir şey tahmin edemiyordum. Bilerek yaptım, insan en büyük önyargıyı kendi kendine oluşturuyor çünkü, insan en çok kendisinden etkileniyor. Derse girer gibi girdim pasaport kontrolüne, dersin içeriği hakkında hiçbir fikri olmayan öğrenci edasıyla.

En mantıklısı buymuş benim için. Hiç beklentiniz olmazsa, başınıza gelen şey ya ilginçtir ya güzel, kötü şeyler beklentilerimizi karşılamadığında karşımıza çıkanlardır. Hayal kırıklığı yaşamaktansa bir hayalde yaşadığını düşünüp tadını çıkarmaktı en mantıklısı.



İşte 13-14 saatlik uçak yolculuğu için cam kenarının  tüm olayı bu. :)
Cam kenarı istemiştim, klasik yolculuk mantığı, bundan vazgeçmek mümkün değil. Belki bir saatlik yol için mantıklı olan bu tercihimin 13 saatlik bir yol için çok da gerekli olmadığını anlamam bir saat sonrasını buluyor, çünkü kalan 12 saat bulutları izliyorsunuz, ki o da yalnızca gün ışığı varken mümkün. Tek başıma çıktığım ilk yolculuk değil ama bu kadar uzak, uzak olmasının yanında tamamen, dilinden, dinine (kısmen dinine, Endonezya'nın müslüman nüfusu yüzde 80), esprisinden yemeğine, suyuna, kokusuna, dokusuna kadar her şeyi farklı olan bir diyara gidişim olarak düşünürsek ilk.

Yanımdakine bakıyorum, o da bana bakıyor, gülümseyip bakışıyoruz. Çünkü ben anlıyorum ama ingilizce konuşamıyorum. Klasik sorun.:) Asya'da neredeyse herkes İngilizce konuşabiliyor. Utanalım bence. Ama utandığımız kadar da gurur duyalım, biz tarihin hiç bir sayfasında sömürülmedik çünkü. Çokça şükredelim bir de.

Yanımdaki Endonezyalı bir bayan. Çok konuşmadan kulaklığı takıp dışarıyı izliyorum. Saate bakıyorum, 15:30. İneceğim saatin bir o kadar uzak oluşuyla kabul ediyorum, bu yolculuk bir kulaklıkla bitmez; günler, haftalar, aylar geçer de bitmez. Etrafı keşfetmek için bakınırken koridorun diğer tarafındaki koltuktan bir çift meraklı göz bana bakıyor şaşkın şaşkın. Ah diyorum, bir elime geçse de yoğursam azıcık şu ufaklığı. Derken annesi bizi bakışırken yakalıyor. Gülümsüyorum, o da bana gülümsüyor. Bir şeyler söylüyor, nece olduğunu tahmin edemediğim, bakıyorum şaşkın şaşkın, İngilizce soruyor, soruyu anlıyorum ama o kadar zor geliyor ki cevap vermek, ilk İngilizce konuşma deneyimim olacak çünkü. Ben daha konuşmak için psikolojik hazırlığımı yaparken "Türk müsün?" diyor kadın. Sevinçten ağlamak üzereyim. Daha uçak kalkmadı ama ben yabancı diyarlarda hemşehrimi bulmuş gibi şenim. Zaten geri kalan yolculuğum kadının yanındaki boş koltukta geçiyor. Kadın da melek midir nedir, nereden denk geldi de böyle karşılaştık, Türkçe konuşmasını bilen bir Malay'la? Rabbim'in işi hep hikmetlidir de biz hakim olamıyoruz işte bir türlü. İftarımı sahurumu da yapıyorum hava yolu şirketi sağolsun.

Malezya'daki aktarmadan sonra melek kendi annesinin yanına uçtu, görevini tamamlamış olmalı ki. Ben de Malezya-Endonezya semalarında 2buçuk saat kadar süzüldükten sonra nihayet başkent Jakarta'ya indim. Hava alanı prosedürlerini zaten bilmeyen ben, bir de ingilizce halletmeye çalışıyorum. Dakikada bir görevlilere bir şeyler sormaktayım. Pasaport kontrolü ve imigrasyondan geçmem ve bagaj kartını doldurup valizimi almam lazım. Normalde 20 dk.lık iş, sürüyor 1 saat. Olsundu, önemli olan tecrübeydi, azıcık da kas yapmaktan bir şey çıkmazdı, çünkü 20 kilodan fazla gelen bagajımın kalan 7-8 kilosu sırtımda ve kolumdaydı, olsundu, birazdan varıcaktımdı. Tabi öyle sanıyor idim. Başka bir şehre geçmem gerektiğini öğrenene kadar.

Taksi için turist avlamaya çıkmış bir görevliye beni avlayabileceği kadar bile ingilizcem olmadığına ikna ettikten sonrası çorap söküğü gibi geliyor. İyi ki öyle bir çabaya girişmiş. Böylece telefon buluyorum, kart alıyorum, beni burada ağırlayacak öğrenciyle irtibata geçiyorum, bir de araba buluyorum, bundan sonraki 30 günlük durağım olacak olan Bandung'a seyahat etmek için.
Eğer gerçekten tevekkül ederseniz ve sebep sonuç ilişkisi kurabilecek kadar Türkçe dersi gördüyseniz Rabbim'in size nasıl da zincirleme rahmetler sunduğunu farketmekte gecikmeyeceksiniz. İlk turist kazığımı yiyorum, insaflı bir kazık ama Türk parasına göre 2 tl'lik hattı bana 10 tl'ye veriyor. Ama canı sağolsun, travel'a bindirene kadar da yalnız bırakmıyor. (Burada şehirler arası otobüse travel diyorlar.)

Endonez öğrenciyle telefonda konuşmam da ayrı bir olay. Ben mimikle işaretle, üç beş ingilizce kelimeyle kazıkçı abiye derdimi anlatıyorum, o da kıza telefonda durumumu anlatıyor. Evet müthiş gramerim olabilir, ama konuşmaya gelince pratiksiz beş para etmiyor. Böylece dört saatlik travel yolculuğumun ardından başlıyor Bandung maceram ! :)

22 Nisan 2012 Pazar

Bu sefer kahvem kopkoyu ve acı.

İnsan sevdiğini üzmemek için gitmese ya gitme denildiğinde. Yapmasa bunu, sevildiği için dendiğini bilse. İstemediği bir şey varsa yapmasa ve olsa bitse, kimsenin gönlü kalmasa, kimsenin canı yanmasa, gözleri dolmasa, aklı karışmasa... Kocaman bir gökyüzü varken tepesinde, kendi içine çekecek hava kalmadığını hissetmese keşke, yüreğine oturmasa endişe, şüphe kıvılcımları ateşe vermese zihnini. Ölümün ne olduğunu bilmemesine rağmen ölüyormuş gibi hissetmese, olmasa ya bunlar...

İnsan sevse ve gerisi gelse. Sevdiği bilse ve gitmese. Sadece gitmese, geride kalan iki seçimden seçilmemiş tarafmış gibi hissetmese geride kalan. Bilse ya sevilen seven sevmese gitme demez. Ondan önemli mi gittiği yer, bunu hiç mi düşünmez. Dünyanın tüm gündüzlerinin yanına aldığını, sevdiğinin gecelere mahkum kaldığını, ona güneşin doğmayacağını. Boğazın güzel gelmeyeceğini, şarkıların avutmayacağını, geçtiği yerlerden geçmek istemeyeceğini, dünyanın en duyulası şeyi olan adını duymanın artık ona acı vereceğini hiç mi farkedemez.

Daha mı güzel sevdiğinin yüzünden gezip de göreceği yerler. Anlamak güç gelir. Anlamaya gerek yoktur, mantık aranır mı hiç sevdada. Yüzüne gidişinin gölgesi düştüğünden beridir ısınmamıştır hiç içi, seven bilmez mi onun bu halini. Gidip de gelesi gelmez kalanın. Öyle bir yere gitmek, gitmek değil öyle bir yere kaçmak ister ki, hatırası denizleri aşıp diyarları geçip üşüşmesin zihnine. Kaçıp gitmek, kaybolmak, bilmemek ister gittiği yerleri. Bilgi acı verir, bilmek canını yakar. Unutmaya çalışmaktır belki yaptığı, zihninin odalarını kilitleyip üst kata çıkıp bomboş odaları mesken tutmaktır. Zordur. Kaçmaktır istediği. Öyle önemsizleşir ki varlığı, yitip gitmek ister boşlukta. Oyalanmak, oksijen tüpüyle hayat mücadelesi vermeye çalışmaktır yaptığı. Mücadeleye mecali yoktur ama kaçmak daha kolay gelir, ama öyle yakına değil uzağa, en uzağa... Kimsenin ulaşamayacağı kadar uzağa...

28 Şubat 2012 Salı

Boş kalmasın; boş geçirilen zaman, boş duran blog sevilmez:)


Yapacak çok şey olduğunda hiçbir şey yapamamak gibi değil mi hayat? Bak, koskoca bir sonsuz için yapacaklar o kadar fazla ki, ne yaparsan yap faniliğin süzgecine takılıp "hiçbir şey" oluyor. Dolacak bir sayfa varsa, üzerine koyduğun bir nokta anlamlıdır. Eğer sayfalar sayısız sayıdaysa (o da ne demekse) noktayı ha koymuşsun ha koymamışsın!
Hiç sevinme insanoğlu, hiç kolaya kaçma, mesele nokta koymayalım o zaman boş kalsın değil, mesele nokta koymak da değil ki zaten, anlamsız şekillerle uğraşmak birinci sınıfların işi bile değil artık. Okul öncesi diye bir şey var, onun da öncesi diye bir şey var, “ Hadi kızım bir araba çiz.”le başlar elimiz kalem tutmaya. Özenle seçtiğim bir konu yok, olur da laf bi yere varır diyerek temkinli davranmakta fayda var, ben yine de olabilecek konumu dağıtmayayım daha fazla. Mesele okuyucu, harfleri bir araya toparlayıp en anlamlı kelimeyi oluşturmak. Sonra cümleler sonra paragraflar... Birleşir birleşir de ömür olur. Kalemini kırmaz hayat, tamam süren doldu diyip alır kalemi elinden, işin biter bu dünyadaki. Kimi üç sayfa yazar kimi beş sayfa yazar. Sen sana verilen akıl denilen bir parça sonsuza rağmen, üç beş bir şey karalayamadıysan vay haline!
Kelime denip de kelam edilen şey, birkaç harfin birleşmesi kadar basit değildir. Mana sonsuzdur, madde onun kapısı. Kelime sonludur, fanidir, yazarsın biter; anlamı büyür de büyür, kelime pencere olur bekaya. Çok abartmadım. Bize verilen sonsuz yapraklı kitabın kaç sayfasını doldurmaya yeterse yetsin zamanımız, yazdıklarımızdan ve yaz/a/madıklarımızdan sorumluyuz diyorum vesselam.

Havalı bir bitiş olabilirdi. Ne kadar da odaklıyız sonlara. Bence insanda açık kapı bırakıyorsa güzeldir herhangi bir şey. İlla bitmesi gerekiyorsa, tecrübe edilen herşeyin insanda bıraktığı kin, nefret, kızgınlık, kırgınlık vs; onlar bitsin. İki yönlü sanki tüm tecrübeler. Kavga edersin, savaş olur, insan öldürülür, soygun olur, afet gelir başına... Bize kötü gibi gelir ama tek yönlü değildir aslında, biz öyle algılarız. Griyi sevmeyiz çünkü, siyah ya da beyaz demek kolaydır, üstüne düşünmen gerekmez. Ah düşünmekten aciz insan! Ama ne gelirse gelsin başına insanda iki türlü kalıntı bırakır. Nasreddin Hoca'nın torunu ya da en azından masallarının torunu olan bizler için "ders çıkarmak" diye bir deyim vardır. Bir yön çıkarılan bu derse gider, hayatında kötülüğü iyiliğe dönüştürdüğü bir yöne, sana kattığı tecrübeye; diğer yön, kaybettiklerine, hissettiğin tüm kötü motivasyona gider. İşte illa bitecekse bir şey; biraz daha siyah bitsin, beyaz olamasak bile bir parça daha açık gri olmak iyidir ve iki gününün eşit olmadığını gösterir. Zaten yeterince dikkatli bakarsanız, ya da emredildiği gibi “oku”rsanız bu dünyada hiçbir şeyin bitmediğini görürsünüz; herşey birbirne dönüşür. Ya da “bir şey”e mi dönüşür acaba?
Filmler, kitaplar da bitmez. Zihninde başka bir şeye dönüşür. Yaşam denilen doğru parçasından bir kesit aldık, onu gördük diye hayat son bulmaz, hayat devam eder. Bitti sandığımız film sahneleri, okuduğumuz kitap yapraklarıysa zihnimizde yankılana yankılana büyür, sonra bir tutam ruhumuza karışır, bir tutam düşüncelerimize bir tutam davranışlarımıza... Tüm bileşenlerden sonra “ene” çıkar meydana.

Deme sakın, yazmaya mı geldik bu dünyaya! "Oku!" Aslında yazmak okumanın farklı bir biçimidir.
Bitmez bu yazı ben söyleyeyim, ama insanoğlu yorulur. O zaman mola; virgül, veya üç nokta...