5 Mart 2013 Salı

Endonezya için kaldığımız yerden devam. Bölüm 3

Eveett.. Nerede kalmıştık? Sanırım kalacağım yere gelmiştim en son. Geçen karar verdim, hızlı çok hızlı yazmalı anıları. Çünkü o kadar çabuk kayboluyor ki hafızamdan. Yerine yenileri geldikçe eskiler silikleşiyor. Unutmaktan korktuklarımızı çok net hatırlamak için üstünden bolca geçip, derinleştirmeli hafızalardaki izlerini. O zaman sırada bekleyen kelimelerimi, teker teker hepsi ölmeden dökeyim kağıtlara, değil mi?

Nihayet otuz gün kalacağım yere geldim. Her yer yemyeşil. Öyle ki doğal yapı bozulmadan evleri aralara serpiştirmişler gibi. Tropik iklime has kocaman kocaman bitkiler. Asya'ya özgü küçük küçük insanlar. Tahmin ettiğimiz kadar da minnacık değiller. Genel olarak erkeklerin çoğu benden gayet uzun çok az bir kısmı benimle aynı boylardaydı. Kendim çok uzun olmadığımdan öyle düşünmüş olabileceğime dair kanılarım da var tabi. :)

İlk başta o kadar zor ki cümle kurmak. İngilizce tam bir baş belası. Tek kelimeyle veya üç beş kelimeyi toparlamaya çalışıp tuhaf hareketlerle derdimi anlatmaya çalışmak oldukça yorucu. Dilsiz insanların empatisi var üzerimde, düşünmek, anlamak ve anlatamamak... Elhamdülillah konuşabiliyorum deyip rahatlatmaya çalışıyorum kendimi.

Yan odalarımda kalan diğer exchange arkadaşar. Onlar da Almanya'nın
bağrından kopup gelmişler :) Tanıştırıyım, İsabella ve Svenja.
He resmi koyma nedenim de odamın az buçuk nasıl birşeye benzediğini
göstermek. :) Sol kapı tuvalet banyo :)
Eşyalarımı yerleştirmeye bile mecalim yok. Bir ay boyunca kalacağım bu yerin adı Kost. Kost, bir nevi bizdeki apart misali, öğrencilerin daire daire kalıp mutfak, dinlenme odası, kimi zaman tuvalet ve banyoyu ortak kullandıkları bir mekan. Çoğu yerde erkek ve kız kostu ayrı oluyor. Ama ne akla hizmettir ki, mailde de müslüman mısın diye sorup teyit ettikten sonra beni karma kosta yerleştiriyorlar Endonez arkadaşlar. Allah'tan tuvalet ve banyom odamın içinde. Tek sıkıntı Ramazan'ın ortasında olduğumuz için sahurda mutfağı kullanmak için sürekli tebdili kıyafetle dışarı çıkmak zorunda oluşum.Gerçi daha sonra bu durumun beni çok da rahatsız etmediğini farkediyorum, herkes birbirine gayet saygılı. Ve zaten kostun büyük çoğunluğu lise öğrencisi.

Bu kadar ucuz bir ülkede kaldığım yere öyle bi fiyat ödüyorum ki, sonradan bir vesileyle tanışacağım farklı bir kostta kalan Türk arkadaşın anlattığına göre ben aynı parayla 5-6 aylık kiralayabilirmişim.
Saolsunlar Endonez arkadaşlar biraz Avrupa'dan geliyoran seni inanılmaz zengin sanabiliyorlar. Ben öğrenciyim abi'nin işe yaramadığı ülke... Çünkü halk ya çok zengin ya çok fakir. Öğrencilerin çoğunun altında cipleri var. En çok taşıtlardan farkediyorsunuz zatenbu durumu. Ya inanılmaz eski ve demode, döküldü dükülecek bir toplu taşıma aracını kullanmak zorundasınız, ya motosiklet, ya taksi ya da cip. Ara boy, hani bizim normal gelirli aile dediğimiz grubun kullandığı cinsten araba yok sokaklarda.

İşte Angkot! Burada bebişten midir nedir fiyakalı durmuş he :P :) :)
Konusu açılmışken, angkotlardan bahsetmeden geçmek saygısızlık olur. Angkot! Arkaya karşılıklı 5-7, öne de 2 kişinin sıkış tıkış oturabileceği şekilde tasarlanmış, arkada olduğunda angkot doluysa karşılıklı oturduğun adamla dizlerinin birbirine geçtiği, eğer öndeysen yan tarafında oturanın ya üstüne çıktığın ya da altında kaldığın, neredeyse yerle bir oplu taşıma araçları! Sadece onlar var kullanabileceğin. Durak yok, otobüsün gelme sıklığı diye bir şey yok, kapı yok, ölesiye basit ve eski araçlar. Basitliğinin hakkını vercek kadar da ucuz! 10 dk.lık yola yirmi kuruş ödüyordum ben, indi bindi yani minibüs diliyle ifade edersek. Ve hergün kullanacağım şeyin bu olduğunu öğrendiğimde, hiç üzülmedim, kabullendim. Çünkü her angkota yanlız bindiğimde yaşadığım heyecan ve ineceğim yerde durdurmak istediğimde ne diyeceğim diye düşünmekten konforu düşünecek pek zaman bulamadım.
Sonuçta inanılmaz ucuzdu! :) Ve hepi topu 10 dk sürüyor sürmüyordu üniversitem. En güzeli de neredeyse hiç trafiğe ve kalabalığa denk gelmedim.

Genelde bu tarz şeyler insana kendi ülkesinde denk gelir, Murphy belki böyle birşeyler de demiştir. Çünkü iş çıkışı ve işe gidiş saati diye bir şey var bizde. Üstelik her birimiz bu saatlere vakıf olmamıza rağmen hep denk geliriz ne hikmetse. En dolu metrobüs, tramway, otobüs, her ne ise, hep bizim bineceğimizdir.

Şöyle bir durumu da es geçmemek lazım. Ben Rabbim'in rametini sürekli ensemde hissettim, öyle ki, hayatımda hiç gitmediği kadar her şey yolunda gitti. Duamız olduğunda ne kadar ehemmiyetli olduğumuzu ben orada daha iyi anladım. Prenses gibiydim, hiçbir şekilde hazır olmayışım, tek başıma o kadar uzakta oluşum ve hiçbir şey bilmeyişime rağmen, herşeyim o kadar yolunda gitti ki. Şükürler olsun.

Kosta yerleştim. Hevesle bilgisayarımı açtım, çünkü ben vardım demem lazım değil mi? Hani 2 saatlik yol için bile varınca haber et derler ya kaç saat olmuştu, hesaplayacak mecalim yoktu ama haber vermem gerekti. Wirelessın olmadığını duyup da üzülmeye kalmadan odamdaki kabloyu farkettim ve daha ona sevinemeden internet kablomun problemli olduğunu öğrendim.

Böylece bir hafta sürecek internetsiz günlerim başlar. Aslında o kadar uykusuzluktan sonra beynimin bir kısmının uyuşmuş olabileceğindendir belki, hiç birşeye üzülmüyorum, ben de şoktayım. Aileme durumumu ifade eden mesajı attıktan sonra acıkma hissi artık beni terketmiş olmasına rağmen ayakta kalabilmek adına bir şeyler yemem gerektiğine karar veriyorum ki oruçlu olduğum aklıma geliyor.

Anita "Are you fasting?" diyor, aslında soru açık ve net. Ama bende pratik ingilizce de yok, o an onu translate edecek beyin de. Anlayamadığımı farkedince aç mısın diye soruyor. Çok şükür anlıyorum ve bir şekilde ezanı beklediğimi ifade ediyorum. Dışarı çıkaracakmış yemeğe de benim daha yürüyecek mecalim var mı, hiç sormuyor. Allah'tan anamın annelik iç güdüsüyle orada yersin diye yanıma koydukları bir hafta rahat iftarımı da sahurumu da götürür. Sahurları o şekilde yapıyorum da iftarları dışarda yapmaya kararlıyım, bu kararımı da hiç sekmeden uyguluyorum. :) "Onları Türkiye'de de yersin, sen yeni tatlara bak" iç güdümümle denemediğim tat kalmıyor Endoneya'da. Bunu hayatta yiyemezsin dediklerini bile bir çırpıda götürüyorum. Sindirim sistemim bakıyor ki başa çıkamayacak, bir süre kendini tatile alıyor muhtemelen. İlk 3 4 gün direniyor, anlıyor ben uslanmıyorum, geleni gönderiyor direk bence hiç işleme almıyor artık. :)

İlk akşam aradaşlarla yemiyorum yemeği. Odada atıştırıyorum, aldıklarımı yiyorum. A bir de o var. Ben odama daha yerleşmeden etrafı tanıyalım, görelim, ben dışımda exchange öğrencisi olan diğer 2 Alman'la da kaynaşıyım diye bizi ufak bir geziye çıkarıyorlar. Hem de oranın ünlü bir marketine eksiklerimiz için alışverişe götürüyorlar.

İşte rambutan da budur :) Saçlarından çeke çeke kırıp
içindeki yumuşacık leziz şeyi yiyorsunuz. :)
İlk aldığım şeyler elbette ki pratik temizlik malzemeleri. Ardından rambutan diye bir meyve alıyorum. Bildiğin saçlı sakallı bir meyve.
Sanırım bahsetmiştim, hiç de tanıdığım meyve yemeye niyetim yok. Ya da yiyecek herhangi bir şey. Farklı tatlara açık olma sendromu var bende fena halde.

Sanırım arada kaynamış, götürdükleri marketin adı "riau junction", ben onu uzun bir süre "real junction" diye algılıyorum. Öyle soruyorum tarif ettiriyorum da asıl adını gezimin yarısına doğru öğreniyorum. Bundan sonra benim mekan orası zaten. Tüm market alışverişlerimi neredeyse burada yapıyorum. Neredeyse diyorum çünkü bir süre sonra orası bana yetmiyor. Gitmeye yakın Bandung'un tüm işlek yerleri benden sorulur oluyor. :)

İkinci gün ben fena halde jat-lag olduğumu farketmiyorum. Vücuduma sorsan gecenin 4ü, ama Endonezya benim saat dilimlerimi kabul etmiyor ki. Saat olmuş 9, güm güm güm kapım çalınıyor. Zavallılar yarım saattir beni uyandırmaya çalışıyorlarmış. Ama el insaf diyorum, önceki gün 48 saat civarı uyanık kalmak bünyemi fena halde sarstı. Sahura bile uyanamamışım.
Bizi fakülteye götürecek arkadaş gelmiş, kızlar stajı orada yapacakları için hastaneye geçeceklermiş, beni de danışmanımla tanıştıracaklarmış. Daha doğrusu tanıştıracakmış.
Gelen kişi Novian isimli eczacılık öğrencisi. Herife fena halde sinirliyim. Çünkü gelmeden önceki e-mailleşme sırasında günler sonra gönderilen cevaplarla benim ıçak biletimi neredeyse alamayacak olmama sebep olmak üzereydi bu çocuk. Allah'tan daha sonra ben Türk'üm, halısız odada oturamam diye çingenelik yapınca bana halısını, internetim niye yok diye diretince de mobil modemini ödünç verip kendini affettirdi kerata:)

Çok garip zamanlardı. Hani bazen öyle zamanlar yaşarsınız, hayatınızın akışındaki bir kesit olmasına rağmen yapıştırma gibi durur. Hiç olmamış gibi hayal meyal... Gerçek yaşam değilmiş gibi. Burası gerçek orası hayalmiş gibi. 45 gün yaşanmış da yaşanmamış gibi. Resimlerim de olmasa, arkadaşlarım aramasa ben kendim inanmayacağım başkalarını geçtim. :) O zaman Sn. Tevetoğlundan gelsin size...

http://fizy.com/s/1c96o2

Selam ile..
Bitti mi? 45 gün diyorum 45! :)